Kültür Sanat Edebiyat Tarih Dergisi
Aksaray'ın Hafızası
Kültür Sanat Edebiyat Tarih Dergisi
Hoşgeldiniz...
![]() | ![]() | ![]() | ![]() | ![]() | ![]() |
---|---|---|---|---|---|
![]() | ![]() | ![]() | ![]() | ![]() | ![]() |
![]() | ![]() | ![]() | ![]() | ![]() | ![]() |
![]() | ![]() | ![]() | ![]() | ![]() | ![]() |
![]() | ![]() | ![]() | ![]() | ![]() | ![]() |
![]() | ![]() | ![]() | ![]() | ![]() | ![]() |
![]() | ![]() | ![]() | ![]() | ![]() | ![]() |
![]() | ![]() | ![]() | ![]() | ![]() | ![]() |
![]() | ![]() | ![]() | ![]() | ![]() | ![]() |
![]() | ![]() | ![]() | ![]() | ![]() | ![]() |
![]() | ![]() | ![]() |
NİSAN 2025 CİLT 4 - 33.SAYI
Editörden...
ŞABAN KUMCU

Bindim Tütün Küfesine
Kara gün kararıp kalmaz…
“Bizim Köy” romanının yazarı, Aksaraylı eğitimci, yazar, düşünür Mahmut Makal’ın eşi Naciye Poyraz Makal, “Bindim Tütün Küfesine” isimli kitabında, “tütün” hikayelerini ve öğretmenlik hatıralarını anlatır. Naciye Makal, 1929 yılında Muğla’ya bağlı Yerkesik Köyü’nde doğmuş, İlkokulu Yerkesik’te okumuş, 1942 yılında Antalya Aksu Köy Enstitüsü’nü bitirmiştir., 1946 yılından itibaren, Muğla’nın (Dirgeme) Akkaya Köyü, Aksaray Demirci Köyü, Ankara Mithat Paşa İlkokulu ve Keçiören Feyzi Atlıoğlu İlköğretim Okulu’nda öğretmenlik yaptıktan sonra, 1978 yılında emekli olmuştur.
Naciye Makal, “Bindim Tütün Küfesine” kitabında, 1929 ile 1942 yılları arasında, on üç yaşına kadar köyde geçen hayatını anlatır. Yolun, suyun, elektriğin olmadığı, bir dağ köyünde, katır sırtında, tütün küfelerinin içinde “tütün kırmaya” götürüldüklerini, ailece yaşadıkları zorlukları, imkânsızlıkları ve coğrafyanın bütün olumsuzluklarına rağmen verdikleri hayat mücadelesini okuyucuyla paylaşır.
Akıcı bir üslupla kaleme aldığı bu kitap, gerçek bir tütün hikayesidir.
“Zamanı, gündüz gölgeye, gece yıldızlara bakarak ölçtüğümüz yıllarda, sekiz yaşında bir çocukken, sabahları annemizin “kalkın yavrularım, kalkın kızlarım, “Ülker” doğdu, nerdeyse tepemize dikilecek” sözleriyle uyanırdık. (Ülker; gece yarısından biraz sonra doğan, şafak sökerken görünmez olan bir küme yıldızıdır.) Alaca karanlıkta uyanıp, gözlerini açamayan sekiz ve on yaşındaki kızlarına annemizin dil dökmesi birkaç dakika içinde yalvarmaya dönüşürdü. “Kalkın kızlarım! Herkes tarlanın yolunu tuttu bile, Ne kadar erken çıkarsanız o kadar iyidir. Sıcak bastırınca yapraklar elinize yapışır, toplanmaz olur. Haydıyın, öğleyin eve dönünce çok uyursunuz. Hele doğruluverin bir, açıverin gözlerinizi bakayım…” Yazarın on yaşındaki ablası hastalıklıdır. Karnı şiş, yüzü sapsarıdır. Bu yüzden babası, onu okula göndermemiştir. Annesi, sıtma tutmadığı günlerde onu da “tütün” kırmaya yollamadan edemez. Küçük kızları kaldırmak için uğraşan anneleri, bir yandan da on üç yaşındaki büyük ablalarına sorular yağdırır.
-Kandili almayı unutmadın ya?
-Yiyeceğinizi?
-O nu da aldım.
-Ya tütün pusatlarınızı?
(Pusat”; ince kumaşlardan yapılmış yazlık, dayanıklı elbise, giysi)
-Onları da koydum, keletirin (küfenin) dibine…
Keletiri katırın sırtına yükleme işi bitince, kardeşimle beni usulca kucaklayıp küfenin içine bırakırlardı. Dizlerimizi karınlarımıza iyice yapıştırır, kollarımızı dizlerimizin üzerine yerleştirir, küçük bir tepsi kadar olan küfenin tabanına bir tesbih böceği gibi kıvrılıp otururduk. Oraya başka türlü oturulamazdı zaten. Ağabeyim katırın semerine, büyük kız kardeşim de kıç üstünde semerin yetişmediği çıplak yere binerdi. Bu sırada annem hayat (avlu) kapısını sonuna kadar açıp, oğluna uyarıları sıralamaya devam ederdi.
-Tarlaya varınca çocukları uyutun.
-Şafak sökmeden uyandırmayın.
-Yatıracağınız yere kandille iyice bakın, akrep makrep olmasın.
-Gelirken de yürütmeyin çocukları, katıra bindirin.
-Kapız’dan (bir büyük uçurumun adı) geçerken dikkat edin, katır ürkmesin.
-Allah korusun, hepiniz uçuruma yuvarlanırsınız da parçanız bile bulunmaz” …
Ağabeyim de “-Kapız’a uçtuktan sonra parçamızı nideceksin be ana...!” diye cevap verirdi.
Tarlaya vardığımızda, uzun süre küfenin içinde kıvrılmaktan dizlerimiz tutulmuş, ağaç dallarından örülmüş küfenin çıkıntıları sırtlarımızı sürtmüş olurdu. Büyük ablam uyuyacağımız yeri elleriyle düzeltir, taşları kesekleri bir yana çeker, başımızı koyacağımız yerin toprağını düzeltir yastık gibi yapardı. Altımıza çuvalı sermeden önce, akrep ve çıyan bulunmadığından emin olmak için kandili tutup yeri iyice yoklar, biz yatınca üstümüze bir çuval örterdi. En üste de tütün pusatlarını (ince, dayanıklı, ucuz kumaştan yapılmış elbise) sererdi. Bir süre uyuduktan sonra, gecenin serinliğinde şafak sökünce, kalkıp tütün pusatlarını giyerdik. Pusatlar sanki katran kazanına batıp çıkmış gibi, tütün zifiri sıvanmış, ağır ve kötü bir koku yayardı, Tütün kokusu aç karnına mide bulandırırdı. İki aylık tütün kırımı döneminde birkaç kez yıkandığımız halde, her yıkanışımızın ardından iki günde yine ziftleşirdik. Tütün kırmaya başlayınca ablam, bizi işe heveslendirmek için şöyle söylerdi. “Bir ay sonra sıkıntınız azalır, sizi zaten getirmeyiz gülüm. İsteseniz, yalvarsanız da getirmeyiz. Şimdilik sabredin hele biraz. Bu sıkıntıların karşılığını tütün satılınca göreceksiniz. O zaman neler neler alacak babam size. Uykusuz geceleri, dizlerinizin tutulmasını, sırtınızın sürtülmesini…Hepsini unutacaksınız onları görünce.”
Şafak sökmeden arkların başına geçer, ermiş yaprakları bir bir kırmaya başlardık. Ellerimiz alışkındı. Her kökte dört beş olgun yaprak bulur, sağ ellerimizle topladığımız yaprakları sol ellerimizle aktarıp düzgün bir demet yapardık. Bu demet ne kadar düzgün olursa evde dizme işi de o kadar kolay olurdu. Ermiş yapraklarla, ermemiş yaprakları iyi ayırt etmek gerekiyordu. Yanlışlıkla ham yaprakları kırıp alsalar demetin içinde yemyeşil durur, güneşte kuruyunca sararmak bilmezlerdi. Bu ham yapraklar yüzünden tüccar tütüne düşük değer biçerdi. Vakti geçmiş yapraklarda ayrı bir dertti. Kâğıt gibi incelirler, uçtan kuruyup kavrulurlardı. Böyle yapraklar tartıda ağırlık vermez, üstelik tütünün kalitesini düşürürdü. Bu sebeple tütün yaprakları ne erken alınmalı ne de geç bırakılmalı, tam gününde kırılmalıydı. Bundan dolayı tütün zamanı uykuyu tüneği yitirirdik. Ağabeyimin dediği gibi, “irezillik paçadan akardı.” Katır sırtında köye döndüğümüzde gölgeler yok olmuş, güneş tepemize dikilmiş olurdu. Terden, tozdan tanınmaz bir hal alırdık. Susuzluktan dilimiz damağımıza yapışırdı.
Bir gün eve dönüşümüzde; ekin biçmeye giden babam eve gelmiş bahçe suluyordu. Bizi karşıladı. Önce katırın yüzünü gözünü okşadı, sonra kardeşimle beni sevdi, bizimle şakalaştı. Bu sırada büyük ablam hasırı yere sermiş, üstüne çıkardığı tütünleri dizmeye başlamıştı bile... Bize seslendi, ”gelin bakalım, yemek pişene kadar birkaç iğne olsun dolduralım. Yoksa geceye kalırız… Hani eve gelince dinlenecektik? Hani uyuyacaktık? Üstelik, suya kavuştuktan sonra karnımız zil çalıyordu. Bıkıp usanmıştık şu tütünden, dur durak yoktu. Bereket annem yemeğin hazır olduğunu söyledi de biraz soluk aldık. Önce toprakla ellerimizi ovuşturarak zifti çıkarmaya çalıştık. Sonra hep hazır olan küllü suyla ovup sabunla yıkadık. Ana yiyeceğimiz olan, bulgur aşı ve patlıcanı yedik. Yemek biter bitmez tütünün başındaydık. Bir dakikanın kaybı işlerin aksamasına, çıkmaza girmesine sebep olabilirdi. Geceye kalmadan bitirmek için hemen dizmeye başladık. Ertesi güne kalırsa yapraklar diriliğini yitirir, dizmek zorlaşırdı. Hem de keletirde durdukça tütün kızışır, yaprakta azıcık maraz varsa iyice ortaya çıkardı. Tüccar böyle tütünleri almaz, bütün emeğimiz boşa giderdi. Güneş batmış akşam olmuştu. Daha yarım keletir vardı dizilecek. Var gücümüzle çalışıyorduk. Karanlık bastırınca kandili yakıp tütün yığınının tepesine yerleştirdik. Kıpırdamadan otura otura bellerimiz tutulmuş, ağrılarımız başlamıştı. Karnımız da acıkmıştı. Ama iş bitmeden yemek yenmezdi ki…
Yatsıdan çok sonraya kalmamıza rağmen tütünü bitirdik. Dizgiyi, iğneleri toplayıp yerleştirdikten sonra elimizi yarım yamalak yıkayıp, annemizin ortaya koyduğu yemeğin başına çöktük. İşimiz tütüncülüktü, sanki yemek yemiyor, tütün yiyorduk. Lokmaları çiğnerken bile tütün konuşuluyordu. Yarın çok mu sıcak olacaktı? İyi iş çıkarabilecek miydik? Uzak tarlada kaç günlük işimiz kalmıştı...? Daha yemeğe başlarken uyuklamaya başladım. Elimdeki tahta kaşığın tepsinin üzerine düştüğünden haberim olmadı. Gece yarısına ne kalmıştı şunun şurasında? Az sonra, haydin kızlarım, Ülker doğacak diye, annem yine başımıza dikilecekti…
“…Sırıklarda kuruyan tütün dizileri, üçer beşer günlüğüne yere seriliyor, altın gibi sararmaları için bir o yüzleri bir bu yüzleri güneşe çevriliyordu. Sararanlarsa belli bir yere üst üste yığılıyordu. Sabahleyin çiğ görülürse, sergide kırmandalda, yığında ne kadar tütün varsa, kilimlerle, çavdar saplarıyla üstü örtülüyordu. Hatta çiğ ihtimali sezilirse akşamdan üzerleri örtülüyordu. Tütünler ıslanmamalıydı. Çünkü, yağmurla da çiğle de ıslansa kararıyor, alıcılar çok ucuz değer biçiyor, “ister sat ister satma” diyorlardı. Güze doğru tütünlerin kırması, dizmesi, kurutması bitti. Sıra “denk” (balya) yapmaya gelmişti. Denk yapmak için tütün dizilerini kapalı bir yere alıp, yığına koydukları her sıranın üstüne makineyle kararınca su püskürtülüyordu. Bu tütün tavlama bir uzmanlık işiydi. Suyu az gelirse denk yaparken yapraklar kırılır, ufalanır, çok gelirse çürür, onca emek boşa giderdi. Bu sebeple herkes tütün tavlayamaz, köydeki usta tavlacılar aranırdı. Tütünlerin tava gelmesi sekiz on gün sürer sonra diziler kesilip kesilerek sandıklara basılarak denk yapılırdı. O yıl bizim on balya tütünümüz olmuştu. Babamın dediğine bakılırsa, borçları kapatır, ellerinde de üç beş kuruş kalırdı. Ama bunları söylerken babamın endişesi azalmıyor, kara bulutlar yüzüne gelip gidiyordu.
Anası;
-Ya ıskarta...? Dedi.
-Üç dört denk ıskartaya çıkarsa?
Herkes susuyor, düşünüyordu.
İşte o zaman yandık...! Dedi babam.
“Geçen yıl Abdullah’ın üç balyasını yuvarlayıverdiler ıskarta diye. Adamın zaten sekiz dengi vardı, üçünü düşünce kaldı beş. Ne yapsın bununla? Yesin mi, giysin mi, kız mı gelin etsin, oğlan mı eversin...?”
Güz yağmurlarıyla birlikte alıcılar gelip tütünlere bakmaya başlamışlardı. Üçer dörder kişilik gruplar halinde geliyor, denklerin iplerini gevşetip ellerini içeriye sokuyor altından, ortasından ve üstünden hoyratça çektikleri yaprak dizilerini inceliyorlardı. Defterlerine bir şeyler not ettikten sonra gidiyorlardı. Gidenlerin arkasından başka gruplar geliyor, aynı şeyleri yaptıktan sonra onlarda gidiyorlardı. Bir sabah babam her günkünden erken indi çarşıya. O gün tütün piyasası açılıyordu. Satıcılar küme küme kahvelerde oturuyor, alıcılar da satıcı kümelerini dolaşıyordu. Üretici, hangi tüccar en fazla veriyorsa, tütünü ona bırakıyordu. Yalnız Tekel’in verdiği fiyat daha iyi oluyordu. Ama o da beş altı kişinin tütününü alıp piyasadan çekiliyordu. Ondan sonra tüccarın istediği oluyor, kaçtan isterse ondan alıyordu. Fiyatı düşürdükçe düşürüyorlardı. Tütününü ilk gün satabilenler çok şanslıydı. İkinci, üçüncü günler geçtiği halde satamayanları bir sıkıntı alıyor, neredeyse, bir günde on yaş birden yaşlanıyorlardı… Babam; üç liradan sattım! Diyerek geldi. Kötü değildi bu fiyat ama…Tütünleri tüccara teslim ederken ya ıskartaya fazla çıkarsa; bu yüzden sevinemiyordu. Iskartasız tütün alındığıysa ne görülmüş ne de duyulmuştu. Tütünü az olanın bile en azından bir balyası ıskartaya çıkardı. Alımlar bittikten sonra yine bir sessizlik, durgunluk dönemi başlardı. Yağmurdan korumak, arada bir havalandırmak, çürümesini önlemek için bir an önce teslim etmek istiyorlardı. Nihayet teslim etme işi başladı. Deve, at, eşek ne bulurlarsa yükleyip şehre götürüyorlardı. Yerinde teslim diye bir şey yoktu.
Babam, tütünleri şehre götürdüğü günün akşamı hava kararırken üç yol ağzında göründü. O ne! Katırda ağır yük vardı. İçeriye koşup annelerine haber verdiler. Annemin eli ayağı çözüldü birden. Oturduğu yerden bir süre kalkamadı. Koktuğu başına gelmişti. Babam katırdan iki tütün dengi indirdi. “–Koşun şu heybeyi götürün, gaz şişesini bana getirin” dedi. Şişe dolu gazyağını tütün denklerinin üstüne serpti. Cebinden çıkardığı kibriti çaldı ve tutuşturdu. Az sonra dumanlar yükseldi. Dumanların yükselişini gören komşular birer ikişer koşup geldiler. Yanan tütünün etrafında halka olup seyre daldılar. Kimse konuşmuyordu.
Annem maşayla ocağın külünü karıştırıyor, derin derin düşünüyordu. Tütün satımında evdeki hesap çarşıya uymadığını görüp üzülüyordu. Her yıl bu böyle olurdu. Ama ümidini yitirmezdi. Geçmişte çok kara günler görmüştü. Şimdi hiç değilse ev halkının sayısı tamamdı… Hemen toparlandı ve kızlarına seslendi: “-Kara gün kararıp kalmaz. Ne yapalım ucunda ölüm yok ya! Bu yıl olmazsa gelecek yıl iyi gelir. Haydi şu heybeyi getirin bakalım, babanız size neler almış? Ama hiç kimsede heybe getirecek hal kalmamıştı. Çocuklar yerlerinden bile kımıldamadılar. Annem baktı ki kimse oralı olmuyor, kendisi kalktı. Heybeden çıkardığı basmaları birer birer açtı. Çocukların üstüne tuttu. Ayakkabıları giydirdi, yakıştığı üzerine diller döktü. Evdeki matem havasını dağıtmaya çalıştı… Yaşanan bu gerçek hikâyenin üzerinden doksan yıl geçtikten sonra, hayatımın bir döneminde, tütünü bizzat yerinde görüp tanımam, 2016-2018 yılları arasında Denizli Kale, Gölbaşı’nda öğretmenlik yaparken oldu. Bütün bir bölge geçimini tütünden sağlıyordu. İç Anadolu Bölgesi’nde, Aksaray’da doğmuş, büyümüş birisi olarak ilk defa “tütün” ekimini, yetiştirilmesini ve tütün kırımını duyuyor, görüyor, anlamaya çalışıyordum. Çayını içtiğim, sohbetine katıldığım herkes istisnasız tütünden bahsediyordu. Her sohbetin başında, ortasında ve sonunda “tütün” vardı. Gölbaşı’nda yaşayanların tek geçim kaynağı tütündü. Fideliklerde, “ocaklarda” tohumdan fidanlar yetiştiriliyor, fidanlar topraktan yolunup, tütün dikilecek tarlaya ekiliyor, tarlanın otları ayıklanıyor, çapalanıyor, fidanlar büyüyünce, önce alttaki, sonra ortadaki, son aşamada da üstteki yaprakları itina ile toplanıyordu. “Tütün kırma” işlemi bitince, tütün yaprakları seralarda kurutuluyor, tavlanıyor ve tütünler karton kolililere basılıyor, tüccar beklenmeye başlanıyordu. Bu çok zor, meşakkatli, yorucu, ömür törpüsü sürecin bütün ayrıntılarını velilerden, halktan ve öğrencilerimden dinledim, gözlemledim hayalimde canlandırdım. Yaşanılan zorluklara şahit oldum.
Günümüzde, tarlaların sürülmesi, mahsullerin taşınması, dağ başlarına su tankerleriyle suyun götürülmesi, fidelerin aktarılmasında motorlu araçlardan faydalanılmaktadır. Ancak, tohumların ekimi, fidelerin dikimi, tarlaların çapalanması ve en önemlisi “tütünün kırılması” eskisi gibi, çocukların, özellikle kız çocuklarının omuzlarındaydı. Tütün yetiştiriciliğinde” hikâye” doksan yıl öncesiyle aynıydı. Geceleri dağda, tepede, düzde ve bayırdaki tarlalarda naylon çadırlarda, gündüzleri güneşin altında, yaprak yaprak “tütün kırma” işinde kahramanlar yine evin çocuklarıydı. Evlerin avlularında tütünün kurutulması, tavlanması kırmadan kolilere basılması gibi sırayla yapılan işlerde hiçbir değişiklik yoktu. Tütün çilesi olduğu gibi devam ediyordu. Tütünün Denizli ve Muğla’nın dağlık köylerinde, Tavas- Kale arasındaki Altınova’da, komşu ilçelerde, kasabalarda ve yörenin bütün köylerinde yıllardır en önemli geçim kaynağı olduğunu, yaptığım gezilerde gördüm. Bu topraklarda asırlardır tütün ekildiğini ve tütün yetiştirmenin nesilden nesile aktarılan bir gelenek olduğunu öğrendim. Bu bölgenin insanının “tütüne olan bağımlılığını” ve tütünün öğrencilerimizin üzerindeki etkilerini, anlamak ve onların yaşadıklarını anlatmaları için, yöneticilerimize okulumuzda bir edebiyat, kültür ve sanat dergisi çıkarmayı teklif ettim. Okul yönetimi uygun gördü, gerekli izinleri aldı. Öğretmenlerimizin de katkılarıyla, ana konusu tütün olan bir dergi çıkardık.
Editörlüğünü yaptığım “Toprakta Yeşeren Fidanlar” isimli dergimizin baş yazısına şu cümlelerle başlamıştım. “Bir gün okulda, beşinci sınıf öğrencilerine; “içinizde tütün kırmaya gitmeyen var mı diye bir soru sordum? Yirmi üç öğrenci arasından hiç parmak kalkmadı. Bu durum altıncı, yedinci ve sekizinci sınıflarda da aynıydı. Tütün kırmaya gitmeyen öğrenci yoktu. Artık öğrenci kompozisyonlarının ve sınıf içi yazı çalışmalarının ana teması belli olmuştu. Tütün…. Sınıflarda, “çocuklar bugün tütünün güzelliklerini anlatan bir kompozisyon yazınız” diye bir espri yaptığımda; hep bir ağızdan –“tütün ve güzellik mi!!!...Tütünün güzelliği mi olur hocam” diye çığlık atıp, tepki gösterdiler. En büyük tepkiyi de kız öğrenciler veriyordu. Sınıfta planlı yazı çalışmaları yaparken, onlardan dergimiz için, “Tütün Ve Hayallerim” başlıklı bir kompozisyon yazmalarını istedim. Bu isteğim onları hiç memnun etmedi. Hiç hatırlamak istemedikleri fakat onların hayatının bir gerçeğiydi. Yüzleri buruştu… Nihayet yazdılar…
Öğrenci yazılarına hiç dokunmadan dergimizde yayınladık. Ortaokul çağında, “tütünle” gözünü açan, tütünle büyüyen ve tütünle erkenden olgunlaşan “tütünün çocuklarının” ruh dünyalarını yansıtan bu yazılar; çocuk gözlerindeki yorgunluk, isteksizlik ve tepkilerle beraber yazıldı. Ancak okuyunca göreceksiniz ki öğrencilerimiz her şeye rağmen yazılarında, tütüne karşı yine de hoşgörülü, adil, anlayışlı yazılar yazdılar. Hayatın gerçeklerini kabul edip, anne, baba, nine ve dedelerini anlamaya çalıştılar. Kompozisyonlarında içlerinde hissettiklerini, duyuş ve düşüncelerini bir pınardan süzülürcesine okuyucuya aktardılar. En yalın gerçekler, hayalleri, duyguları kalemlerinin ucundan bir bir döküldü, ete kemiğe büründü.
Yörede güneş tütünle doğuyor, düşler tütünle süsleniyor, gelecek hayalleri, tütünden elde edilecek paralarla kuruluyordu… Tütün yaşamaya farklı bir anlam katmış, hayatın nabzı tütünle atıyordu. Tütünle büyüyen çocuklar, gittikleri yatılı okullarda ve liselerde tek bir hedefe odaklanıyorlardı. Başarıyla okullarını bitirmek, üniversiteye gitmek, gittikleri yerlerde iş bulmak ve bir daha köylerine dönmemek...! Yıllardır tütünden başka gelir kaynağı olmayan, bir ömür boyu tütünün çilesini çekmiş anne, baba, nine ve dedeler de bu gidişi teşvik ediyorlardı…
Toprakta Yetişen Fidanlarımız Dergisi’nden…
Tütüncüler
Tütüncüler sabahın köründe eşek üzerinde,
Beyaz tülbent ekmek bohçası elinde,
Acı tütünün şarkısı dilinde,
Bir kuş olup da uçamaz onlar.
Önce hayat verir, sonra fiyat,
Yok pahasına gider köylü tütünü,
Bin lirayı çok sanırlar,
Sonra içi durmadan kan ağlar.
Sabah olur yollara dizilir,
Tarlaya varır çalışmak için dört bükülür,
Tütün biter kazıkları sökülür.
Bir kuş olup da uçamaz onlar.
Mehmet Öztürk
“Tütün ve Hayallerim” başlıklı kompozisyonlardan, kız öğrencilerimizin yazdığı birkaç satır… “Tütün, sabahın alnına vurduğu kızgın güneşle yarışmak demektir. Tütün dikmek emek ve sabır ister. Tütünün ne demek olduğunu yaşayan insan bilir. Tütün düşünebileceğiniz en zor iştir. Tütün ve hayallerim ne kadar olabilir? Çünkü tütün anlatılabilecek bir şey değil, yapılacak bir iştir. Tütündeki gerçek hayalim; tütünün yapılmamasıdır. Bende herkes gibi tütünü sevmem. Konu para olunca herkes seviyor. Tütün ve hayallerim deyince; öncelikle tütünün parasıyla borçlarımızı ödemek, elbise almak ve okumak aklıma geliyor. Biliyorsunuz okumak bile parayladır.” Bir başka öğrenci yazısını şöyle bitirir. “Yazın başı pişenin, kışın aşı pişer” atasözü bize tütünü çok iyi açıklıyor. Bence tütünü yine de sevmeliyiz…