Kültür Sanat Edebiyat Tarih Dergisi
Aksaray'ın Hafızası Dergisine Hoşgeldiniz...
BAŞ EDİTÖR YAZISI
Eylül 2025 39.SAYI

ŞABAN KUMCU
“Hayat uzun bir yolculuğa benzer. Bu yolculuğun bir kısmını trenle, bir kısmını uçakla, bir kısmını at sırtında, bir kısmını gemiyle yaparsın. Benim de böyle araçlarım oldu. İlk Kürtçe’de doğdum. Türkçe’de büyüdüm. Fransızca’da yazmaya başladım ve yazmayı geliştirdim. Belli bir yaştan sonra yazmak için zor ama salt okumak için yeni bir dile başlayabilirim.
Şimdilerde mesela İspanyolca okumaya başladım.
Ben kendimi bir köyle, bir ülkeyle, bir coğrafyayla sınırlı görmemeye çalışıyorum. İnsanlığı ve dünyayı kendi bahçem gibi görüyorum. Bu bahçede orada burada dolaşırız. Nerede olduğun önemli değil, önemli olan bahçedeki güzellikleri görebilmek... Önemli olan tabii ödül de değil, insanın yazıya nasıl yaklaştığıdır. Kendimi ciddiye almadan yaptığım şeyi ciddiyetle yapmaya çalışıyor, yaşarken ve yazarken bu tavrı devam ettirebilmek için uğraşıyorum… Fransız kültüründe çok büyük bir yeri olan Fransız Akademisi’nin bir ödülünü almanın da kendine göre ayrı bir değeri var, doğal olarak.” “Şeyhmus Dağtekin”
Samimi, güven veren, yüzünde derin tebessümü hiç eksik olmayan, uzun boylu, İstanbul Türkçe’siyle konuşan, şehir kültürü almış, ince, zarif ve çok mütevazı bir gençti Şeyhmus Dağtekin Paris’te tanıştığımızda. Konuşurken kelime seçimine gösterdiği özen, kurduğu cümlelerdeki ahenk ve doğallık, bu cümlelerin insanda çağrıştırdığı duygu ve düşünceler dikkat çekiciydi. Az ve öz konuşarak çok şey söyleyebiliyordu. Anlamı yoğun, ifadesi kolay, iz bırakan bir dili ve stili vardı. Şiir ve şair de bu değil mi ki zaten…
Ben iki dilde düşünürken Şeyhmus beş dilde düşünüyordu muhtemelen. Ana dili Kürtçe idi. Annesinden duyduğu Kürtçe ninnilerle büyümüştü. Kulağına gelen ilk nağmeler, ilk sesler, ana yüreğinin derinliklerinden gelen Kürtçe ile olmuştu. Sevgiyi, merhameti, sevinci, hüznü, ağıtı, türküyü Kürtçe olarak hep bu ocakta tatmıştı. Ruhu bu engin muhabbetle yoğrulmuştu.
Türkçe ile ilk okulda karşılaşır. Gayretli öğretmenleri bu zeki çocuğu keşfeder, Türkçe’yi hızlı ve doğru öğretir, onu Türkçe’nin en güzel metinleriyle tanıştırırlar. Şeyhmus erken yaşta kitap sevgisi ve okuma alışkanlığı edinir. Orta öğrenim yıllarında kitap onun çok iyi bir dostu olur. Üniversiteyi okuduğu Ankara’da kitaba erişim kolaylığı sayesinde okuma onda artık derin bir tutku halini almıştır. Ankara’dan sonra ise yeni bir atmosfere açılır, Paris’e gelir.
Bir sohbetimizde “Fransızca öğrenmek için doğrudan Petit Larousse Illustré (Resimli Larousse Sözlüğü) ve Baudelaire’in ‘Les Fleurs du Mal’ (Kötülük Çiçekleri) isimli şiir kitabıyla işe başladım demişti”. Bu kitap Fransız dilinin doruk kitaplarındandır, okunması ve anlaşılması hiç de kolay değildir. Ama o, kısa bir süre sonra arkadaşlarına bu şiirlerle ilgili yorumlar yapacak kadar Fransızca’sını ilerletmiştir. Bazen kendi kendime “bu çocukta bir şair kumaşı var, dili bir hamur gibi işliyor” diyerek susup ilhamla onu dinlerdim, çoğu zaman ise uzun sohbetler ederdik. Konuşmalarımız seviyeli ve dinlendiriciydi. O yıllarda omuzlarımızda onca yük vardı. Fakat sohbetlerimiz bize hem yükümüzü hem de Paris’in kalabalıklarını, hengamesini, ihtişamını ve sefaletini unuttururdu.
Özellikle geceleri, Paris sessizliğe bürününce, kendimizi kelimelerin sihrine, güzelliğine, efsununa bırakır, şiirle, edebiyatla zamanın nasıl geçtiğini hatırlamazdık. Şüphesiz ki bu güzelliği sağlayan en büyük etken Şeyhmus’un kişiliği, tatlı dili ve üslubuydu. Sohbet arasında, dilinden zaman zaman kendi şiirlerinden mısralar dökülürdü. Bir defasında gazete kağıdından biraz daha gösterişli, soluk, siyah/beyaz sayfalı, içinde sadece şiirler olan bir dergi göstermişti. Adı “Andırın Postası”ydı. “Bu dergide şiirlerim yayımlanıyor” demişti mütevazı bir tavırla. Böyle bir derginin varlığından ilk defa haberdar olmuştum. Dostoyevski’den, Rimbaud’dan, Kafka’dan, Rene Char, Lautreamont, Antonin Artaud’dan veya Ece Ayhan, Cahit Zarifoğlu, Sezai Karakoç’tan metinler, şiirler okuyordu. Tabii Sezai Karakoç üstadın Mona Roza şiirini unutmadan...
Şeyhmus ile 1989 yılında Paris’te, Rue Saint Denis sokağında, 28 metrekarelik bir evde birlikte oturduk. Arkadaş olduk, zamanla muhabbetimiz arttı, dost olduk. Bizim sokağın hemen karşısındaki Rue Fauburg Saint Denis’de bir camimiz vardı. Lokantası, marketi ve çayhanesiyle bir nevi sosyal dergahtı. Camiye hem namaz kılmaya hem de çorba ve çay içmeye giderdik. Orada, okuyan, çalışan, ticaret yapan veya Paris’e gezmeye gelen insanlarla tanışır, sohbet eder, hemhal olurduk. Mekânın mistik havasında rahatlar, sakinleşir, dinlenirdik.
Kıt kanaat geçindiğimiz için Fransız kafelerine gitme lüksümüz yoktu. Özellikle ben hem çalışacak hem okuyacak hem de ailemi geçindirecektim. Şeyhmus benden daha şanslıydı. Bekardı ve Fransa’da ağabeyleri vardı. Şeyhmus, dili esnek, kıvrak, ustaca kullanmada sergilediği yetenek kadar, dil öğrenmede de oldukça maharetli ve istekliydi. Fransızcasını çok çabuk ilerletti. Paris’i sevdi, hem de çok sevdi. Meşhur Sorbonne Üniversitesinde sinema dalında yüksek lisans ve doktora öğrencisi oldu. Çalışmalarını “Sessiz Sinema” ve “Fransız Yeni Dalgası” üzerine yaptı.
Paris’in en dikkate değer yanlarından biri de sinemaseverler için bir cennet olmasıdır. Normal sinema salonlarına ek olarak Paris’te önemli bir sanat sinemaları ağı bulunur. Ünlü Fransız Sinematek’inin yanı sıra her üniversitenin ve neredeyse her kurumun bir sinemateki, özel sinema seansları olur. Şeyhmus, üniversite dışındaki zamanının önemli bir kısmını, sinema sanatına adanmış bu salonlarda “sessiz sinema”dan “deneysel sinema”ya, Japon sinemasından İsveç, Brezilya, Çin veya Hint sinemasına kadar binlerce filmi izlemeye vakfetti. Bu emek ve zaman, kendisinin gerek dil hakimiyetine gerek entelektüel ufkunun genişlemesine hiç şüphesiz önemli katkılar sağlamıştır.
Derken farklı evlere taşındık, ancak hep görüştük, birbirimizi hiç unutmadık. Dostluğumuz otuz altı yıldır devam ediyor. O artık Parisli, Fransız Akademisi’nin ödül verdiği bir büyük şair ve yazar. Fransızca şiir kitapları ve romanları yayımlandı. Bu yazımda iyi kalpli, büyük gönül sahibi dostum, arkadaşım, kardeşim Şeyhmus Dağtekin’in hayatını, edebi yolculuğunu, sanatını, kitaplarıyla ilgili çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanan Fransızca ve Türkçe yorumları, akademik makaleleri, okuyucularımızla paylaşmak istiyorum.
Fransızcanın beş kıtada yeni yüzlerinden biri olarak kabul edilen, şair ve yazar Şeyhmus Dağtekin 1964’te Adıyaman’a bağlı Harun Köyü’nde doğdu. İlk öğrenimini köyünde, orta öğrenimini Adıyaman’da tamamladı. 1986 yılında Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Basın Yayın Yüksek Okulu’ndan mezun oldu. 1987 yılında Fransa’ya gitti ve Paris’te yaşamaya başladı.
Eserlerini Fransızca, Türkçe ve Kürtçe yazıyor. Fransızca olarak on iki şiir kitabı ve bir romanı yayımlandı. İlk kitabı “Aşkın Yalın Hali” (1992) Türkçe olarak çıktı. “Çaryek Esman Bi Şun De” (2011) Kürtçe olarak yayımlandı. “Juste Un Pont Sans Feu” isimli şiir kitabı ile 2008’de Fransız Akademisi’nin Théophile Gautier Şiir Ödülü’nü kazandı. Ödülünü edebiyat dünyasının seçkin isimlerinin katıldığı bir törenle alan Dağtekin, aynı kitabıyla 2007’de Fransa’nın en önemli şiir ödülü olan Mallarmé Ödülü’ne de layık görülmüştü. Bugüne kadar dört kitabına daha Fransa’da yüksek düzeyli şiir ödülleri verildi. Fransa’nın yanı sıra Fransızca konuşan diğer ülkelerde de birçok toplantıya, edebi etkinliğe ve imza gününe katıldı, ayrıca okullarda ve üniversitelerde güzel yazma dersleri ve pek çok radyo-televizyon mülakatı verdi. Fransa’ya yetişkin çağında gelmesine ve Fransızcayı yirmi iki yaşından sonra öğrenmeye başlamasına rağmen bu dilde zirveye ulaştı. Birçok edebi çevre ve eleştirmen, Dağtekin’in Fransız şiirine taze bir nefes ve yeni bir çehre kattığında hemfikirler. Verilen ödüller de zaten bu kanaatin göstergesidir.
Dile kazandırdığı söyleyiş zenginliğiyle şiirler yazan Dağtekin’in, Fransa’nın ünlü şairleri Charles Baudelaire, Stéphane Mallarmé, Paul Verlaine, Paul Valéry, Paul Eluard, Louis Aragon, Gérard de Nerval ve Arthur Rimbaud gibi, Fransızcayı dünyanın en zengin şiir ve edebiyat dili haline getiren şair, yazar ve düşünürlerin birçoğunun üyesi olduğu Fransız Akademisi’nden ödül almasında en önemli etken Fransızcaya ve şiire getirdiği esneklik, derinlik ve müzikal katkıdır. İnşallah bir gün o Akademiye üye olur ve dünya çapında daha birçok ödül alır.
Bir dilin ruhuna inip, esprisini anlamanın, dili insan dimağında iz bırakan, lezzetiyle ifade edip sevdirmenin ne kadar zor olduğunu, yazı hayatıyla meşgul olan şairler, yazarlar ve düşünürler en iyi idrak edebilirler… Bilim, kültür, tarih, edebiyat, felsefe, sosyoloji, psikoloji, tıp gibi birçok alanda sayısız eserler yazılan Fransızca 17. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar Batı medeniyetinin kurucu dili olmuş, tek başına bir kültür havzası oluşturmuştur. Roman, hikâye, tiyatro, deneme gibi birçok edebi türün, dünya edebiyatına Fransızca ile yayıldığını düşünürsek, söz varlığı zengin, müzikalitesi yüksek, nüans yelpazesi geniş ve ağdalı bu dilde, şiir veya roman yazmanın ve bu dile zenginlik katmanın zorluğunu tahmin etmek güç değildir.
Dağtekin’in şiiri edebiyat ve şiir uzmanlarınca elbette inceleniyor ve incelenecektir. Burada edebi bir tahlile girmeden şu kadarı söylenebilir ki, okuyucunun onun şiirinde göreceği en çarpıcı özellik, şairin dili esneterek, ustaca kıvırıp bükerek duyguyu, düşünceyi, gözlemi, özlemi alışageldiğimizin dışında söz ve terkiplerle, yepyeni hece/kelime/kalıp evlilikleriyle, ama her zaman haz ve hayranlık uyandıran anlam derinliği, biçim güzelliği, ses ve ton estetiğiyle ifade etme sırrıdır. Dil onun elinde sınırsız bileşenler, sürpriz zıtlıklar, muzip cambazlıklar, uçsuz bucaksız ufuklar demektir. Şiiri hem kelime ve mısra olarak hem de bir bütün olarak dudakta, kulakta, kalpte hoş bir tat ve tını bırakır. Şiirinde kullandığı güçlü hayaller, simgeler, çağrışımlar yer yer çocuk dilindeki kadar yalın ve sade, yer yer atasözlerindeki kadar veciz ve yoğundur. Damıtılmış cümlelerle anlatır insanlık hallerini. O söyler anlatır, biz durur düşünür, dalar gider veya güler eğleniriz…
Şiir dilinin sırlarını kavramak, kelimelerin tadını, kokusunu, nüanslarını hissettirmek; mısraları hafızalarda kalan büyük şairlere mahsus bir maharettir. Şiirde gönül tellerini titretmek tarifi imkânsız zorlukları içinde barındırır. Bundan dolayı, şairlerin sözleri altın değerindedir ve milyonlarca kelime yığınının içinde, sadece onların sözleri, bir fosfor gibi pırıl pırıl parlar, seçilir, farkedilir. ezberlenir. Şeyhmus Dağtekin, yeteneği, iradesi ve gayretiyle böyle zor bir işi başarmış, serazat ruhlu bir kelime işçisi, dil üstadıdır. Fransızca’nın kıtalar arası geniş hinterlandında, şairlerin Olympiası’na şimdiden ismini yazdırmıştır.
Les Chemins du Nocturne kitabıyla uluslararası Yvan Goll Şiir Ödülü’nü kazanan Dağtekin’in A la Source de la Nuit (Varlığın Öteki Yüzü, Doğan Kitap, 2010) romanı ise 2004 yılında Fransızcanın 5 Kıtası Özel Ödülü’ne layık görülmüştür. 2015’te Elégies pour ma Mere” isimli kitabıyla Uluslararası Benjamin Fondane Şiir Ödülü’nü aldı. 2025’te de tüm eserleri için Robert-Ganzo Özel Ödülü’nü layık görüldü. Şiiri; “kendimi ve olanı anlama çabası” olarak tarif eden Şeyhmus Dağtekin’in şiirlerinin merkezinde “insan” vardır.
AŞKIN YALIN HALİ (1992) kitabından alıntılar
Azgın İkindi Ölümleri
...
Seni hangi sara şeytanı sağ yanağından öptü
‘Benzerim ve kardeşim’ işte yanıbaşındayım yılların ve asırların ötesinden başım kitabına gömülü hırsımı yer ve dil değiştirmiş kelimelerden alıyorum …
Cenge yatkın ellerimde hatıralar asla ölmez
Nostalji
Uykuya ve ateşe! Gece neresinden bakılırsa bakılsın tekdüze bir kıyamettir.
Erkan-ı Garp Üzre
…
Büyüdük
Akça pakça süt emdik büyüdük
-Konya çınarlar un fabrikası-
Kanımıza ne hileler karıştı bilmedik
4 Mayıs’a not düşülmedi
Saat altıda geleceğim Şaban
Herkesin tanıyabileceği yüzler takındık
…
Karadır ıstılahi anlamlar
…
Hayat ikiye bölünür yarısı doğuda yarısı batıda
Sırası gelince doğu ve batı da bölünür…
…
Sigara dumanı ışıkta dönen kelebek bankta oturan gözlüklü kız ilk ve son öpmeler baharı getiren deniz yüklü bulutlar mürekkebi biten atılan kalem her gün sayılı dökülen saçlarım aynada ilk kırışıklar bağırsak uğultusu karın ağrısı sigara küllüğü araba mezarlığı merdiven gıcırtısı topuk sesleri yumurta sarısı elma çürüğü…
şiirsel çağrışımlar
Ah bir de mutluluk soluk soluğa…
Beyaza ölüm karaya gece giydirildiği zaman renkler bitmişti artık
Ansımalar
Bir şiir yazsam bu gece
Bir yakarış yakarsam
Gözyaşlarımı döküp yollarına salsam
Günahlarımı
Güneşine
Karanlık
Gönlümü
Rahmetine
Toprak yapsam
Beni bağışlar mısın
Bahara Karşı Şiir
…Ve şehirler büyüdü
-Şehirlerin büyüdüğü yerde bahar kalmamıştır-
Gelin delirelim!...
Heceleme
Bütün anlatılmışlıkları ne zaman silecektik kelimelerimizden
…
Ellerimde yosunlar
Ellerimde yolsunlar
Başı dik çıkmadık kara entarili güller ülkesinden
…
Itır kokmayan sözlerime
Kırgınlığımı bir eda olarak yansıtıp
Ayarsız büstlerime kenetli gözlerim
Akşamın kara olduğunun bir daha farkına varacakken
Hay-la-dut
Şehrin eşiğine pabuçlarımız elimizde girdiğimiz yankılandı
Bitmemiş Bir Tarihte Eşzamansız Mısralar
…
Mahremiyeti dokunarak tanımanın zevki kaldırılmıştır
Yine de
“Kimi şen bu alemde kimi çekmede çile”
Kimi bıyıklarına tutunarak dünyayı seyretmede
Selahattin Pınar
İstanbul radyosundan sesleniyoruz
Loy yollarda sürülür
Uzun yol sürücülerine
Sırada mahur bir şarkı
-Göğü karaya boyamanın zamanı gelmiştir-
İyi geceler dileğiyle”
Şeyhmus Dağtekin
HAKKINDA KİM NELER YAZDI
Varlığın Bütün Yüzleri ve Şeyhmus Dağtekin
“Eski Bir Masal… … “Ne çok zihin karmaşası, kırgınlık, aldanış yaşıyoruz itinayla ördüğümüz yüksek duvarların ardında. Neyse ki tabiat ve bu kitapta olduğu gibi onunla bütünleşebilen insanın önünde saygıyla eğilen edebiyat, acının sıradanlaşmasından da koruyor bizi. Lavantalar, sakız sardunyalar, acı biberiyeler, katmerlenen şakayıklar, mavi mineler ve şımarık papatyalarla dolu bir bahçenin ortasında, size varlığın bütün yüzlerini anlatan bir yazarı hatırlayınca, sevgisizliğin hoyratlığından uzaklaşıp
“ilk sevginin” çekirdeğine dönüyorsunuz.
Annesinin bulutsuz gökyüzü altında gösterdiği “Leyla ile Mecnun” yıldızlarını hatırlatıyor bize. “Yıldızlar birbirinden ayrı, uzaktı, her biri gökyüzünün bir yerinden parlıyordu. Anam bana, onlar kavuşmak için canlıların uyumasını bekler, sonra da her gece kavuşurlar dedi. Eğer biz uykuya direnip de onların kavuşmalarını yakalayabilirsek sırlarını korumamız şartıyla dileklerimizi yerine getirebilirlerdi. Ama geceler kısa, uykuysa ağır ve uzundu. Leyla ile Mecnun, o çocukluk geceme ait
yıldızlı gökyüzünde her biri bir tarafta kaldılar.”
Taze çimen kokan saçlarını rüzgâra tutmuş bir kadın misali hafifçe salınan huş ağacının dibinde durup “şimdiye” sığmayan bir anın içinde hiç büyümemiş olmayı diledim. Özlediğim yer çocukluğun safiyetini kaybettiğimiz eflatuni bir rüya değil. Eskilerden kalan bir hikâyenin, sesin, kokunun içinde olma hayali, bugünlerde ani bahar sağanakları gibi şöyle bir ıslatıp geçiyor. Bu çırpıntılı sıkıntı, bahar yorgunluğunun sıradanlığını, fani dertleri bile eziyor. Bir tür kendini anlama, duyma, kavrama ya da özüne dönme arzusuna benziyor sanki. Bilmiyorum, belki Tanrı’nın paletinden rastgele savrulup çimenleri gökkuşağı rengine boyayan
bir çiçek tarhının ortasında kaldığım için ruhum yumuşadı o gün.
Ağır bir uykudan sonra dirilen tabiatın hayatın döngüsüne eşlik etmesiyle kıpırdayan sevinç o kadar sahih ki her türden samimiyetsizliği doğal bir refleksle reddediyor. O buğulu anın içinde mutluluk da diğer duygular gibi tasarlandığında özünü yitiriyor. Hayat bir süre için şeffaflaşıyor. Açık kalmış pencerelerden dışarıya savrulan tüller gibi savruluyor. Sonra bir yıldız kayması kadar kısa bir sürede etkisini yitirip düşüncelerin karmaşasında kayboluyor.
Benliğinin zulmüne boyun eğip olmayı arzuladığı varlıktan uzaklaşan insanın içinde karanlık, ürkütücü, sonu hiç gelmeyecekmiş gibi uzayıp giden dar bir geçit var. Düşünüp duygularımızın derinliğini, akılla savaşan arzuların birbirleriyle bitmez tükenmez çatışmasını farkettiğimiz anda var olma bilincinin duvarlarına çarpıp dağılıveriyoruz. O vakit sığındığımız masal, genellikle köklerimizin başlangıcına, ilk bakışa, ilk sevgiye, ilk acıya, ilk özleme, ilk korkuya ya da aslında gözümüzü açtığımız
toprağa dönme tahayyülü mü oluyor acaba?
Orası bazen insanın suretini dünyanın sırlı aynasında yansıtan bir varlık, bir nesne, bir ses, bazen de büyük bir boşluk! Ve bir kez bilmenin tehlikeli sınırlarına adım atan yetişkin, hatıralarının çoktan gölgelediği o aydınlık bahçeye nasıl geri döneceğini bilemiyor. Kendi bilinciyle sakatlanıyor.
Hani çocukluğun tenha “sokak aralarında” bıraktığımız piknik masasına, salıncağa, mavi bisiklete, saten yorgana, bir zamanlar çok heybetli sandığımız badem ağacına, kumru ürkekliğiyle öptüğümüz şeftali kokan bir yanağa, ahşap kutuya ansızın özlem duyar da ona tekrar kavuştuğumuzda o kadar da “cazip” olmadığını farkederiz ya… İşte nasıl oluyorsa bazılarımız, hayatın en sarsıcı aldanışlarından biri olan bu kırılmayla hiç karşılaşmamış gibi yola devam edebiliyor. Bunu nasıl beceriyorlar tam bilmiyorum,
belki gündelik hayatın sıkıntılarıyla oyalanmak yetiyordur.
Ama işte bazen bir yazar çıkıp onları bile huzursuz eden bir “geriye dönüş” hikayesiyle “ilklerin” kalın örtüsünü açıveriyor. Hafızanın derinliklerinde saklı kalan bir masalı hatırlatırcasına kendisini efsaneleştiren çocuk, en duru sesiyle başlıyor hikayesine. “Küçüktüm, köyüm de küçüktü. Sonradan anladım. Ama ben küçükken, bana büyük görünürdü. Bir ucundan diğerine gitmek z
orunda kaldığımda içime korku salacak kadar…”
Yayımlandığı yıl “Fransızca’nın Beş Kıtası Ödülü”nü de kazanan bu destansı anlatı, tabiatın hırçınlığını resmederken, kendisini yenmeye çalışan insana öğretebileceklerini sezdirerek anlatıyor. “…Yuva dediğimiz ‘anadile’ yabancı olan bambaşka bir ülkeye göçüp gittikten sonra, başka bir kültürün önemli şiir ödüllerine sahip olmasını çarpıcı buluyorum doğrusu. Ödülleri çok önemsediğimden değil, kelimelerin kaybolmayan gücüyle insanlığa bütünüyle dokunabilmenin mümkün olduğunu
bir kez daha ispat edebildiği için seviniyorum.”
Bu kitap neyi anlatıyor ki diye merak edenlere, cevabı ancak kitabın çok katmanlı ruhu ve gövdesi verebilir. Büyümekte olan çocuk, kaplumbağa, ağaç, kırlangıç, yolunu bulmaya çalışan pınar, denizlerin sonsuzluğuna karışan nehir, neyi görüyor, hayret ediyor, üzülüyor, hayal kırıklığı yaşıyor ve buna rağmen gelip geçtiği bu hayata iz bırakmayı öğreniyorsa, tam da onu anlatıyor diyebilirim. Günlerdir kitabı kurcaladıkça, “Tanrım, hayat ne korkunç ve nasıl da kendiliğinden
büyülü bir melodisi var aslında” diye mırıldanıyorum.”
Başlangıçta her şeyi öğrenmeye duyduğumuz iştah, farklı düşünceler arasında bocalamaya başlayınca eriyip gidiyor. Neyse ki başlangıçta toprağa düştüğünde tek bir su damlası kadar yalnız olan insanın yazıyla yağmurla karışmasını, kendini içine çekilip usulca kıyıya vuran dalgalar gibi anlatabilen usta şairler, yazarlar var. Onlar sayesinde mevsimlerin, kuşların, dağların, nehirlerin, kaplumbağanın, beklemenin, “dilini” işaretlerini çözdükçe kendi özümüze, “sonun başlangıcına” biraz daha yaklaşıyor, acemiliğimizi “köyümüzün” sarp kayalıklarında görebiliyoruz.
Hayatı genellikle öncesiz, sonrasız bir telaşla ipinden tutup sürüklesek de çocukluğun bozulmamış bakışı, “eksikliğimizi” unutturabilmek için bizi her defasında yeni umutlarla köklerimize döndürüyor. Acı bir sükûnet ve minnetle… “Varlığın Bütün Yüzleri ve Şeyhmus Dağtekin’in Şiiri” A. Esra Yalazan
Dünyaya Sanki İlk Kez Bakmak
‘Commencements’ adlı son şiir kitabıyla Şeyhmus Dağtekin bize özgün bir sanat eseri sunuyor. Hem göz alıcı hem mahrem olan bu kitapta sözcüklerin tablolarla, düşüncelerin müziklerle ve hayallerle dolaştığı mekanlara dönüşüyor.
Şeyhmus Dağtekin’in şiiri yakıcı bir ateştir. Öyle bir ateş ki hem tutuşturur hem aydınlatır hem toplar hem yatıştırır. Roman ile şiir arasında sevinçle dolaşan dolu dolu bir eserin yazarıdır o. ‘Couleurs Démelées du Ciel’den ‘Juste un Pont Sans Feu’ye, ‘Les Chemins du Nocturne’, ‘Arteres-Solaires’ ve ‘De la Bête et de la Nuit’ye kadar eserlerinin adları, sürekli bir arayış içindeki devingen bir şiire işaret eder.
Commencements’da hayatı ta başından yeniden başlatma, kelimelerin anlamını, cümlelerin görevlerini, canlılığın gramerini yeniden icat etme arzusu vardır. Şiir renklerin, ışıkların çağrışımıyla buluştuğu kapıların ve ağızların biçimini alan rüzgarla, bir damlanın yalnızlığıyla veya mısraların bir ucundan diğer ucuna ulaşan kadın yüzleriyle kurulur.
Une porte jaune encadre une femme
Elle tient une baguette
Et son petit kangorou
Les couleurs s’aaccolent aux lumierss
Les lumiers se melent a mes mains
Qui se confondent aux murs
Et le flou tout autour
Sarı kapıda bir kadın
Elinde bir değnek
Yavrusunu kanguru gibi taşıyor
Renkler yapışıyor ışıklara
Işıklar ellerime
Ellerim duvarlara karışıyor
Ve her yanım bulanık
Şiir sürekli ötekiyle diyalog halindedir “Sen”e yöneltilen hitap tekrar tekrar karşımıza çıkar. Daha ilk mısralardan bir davet yükselir.
Viens dire ton mot
Dans une goutte
Qui te deviendra
Deviendra oeil
Deviendra tombeau.
Sen olacak
Sana göz
Sana mezar olacak
Bir damlada
Gel söyle sözünü
Kitap dünyanın gürültüleriyle, savaşlarla ve toplumsal şiddetlerle yoğruludur. Şiirler görünmez kılınanlara, sakatlara ve ezilenlere ulaşır. Sırtında başlar taşıyan kadının hayaliyle bu figür temsil edilir.
Şeyhmus Dağtekin, 2018’de yayımlanan Sortir de L’abime manifestosunda şöyle yazıyordu: “Şiir, adaletsizlik karşısında boyun eğmemekte, güç karşısında teslim olmamakta ısrar eden bir ütopyadır.” Başka bir yaşama biçiminin mümkün olması gerektiğini, birlikte var olmanın başka bir yolunun mümkün olması gerektiğini söyler. “Kenarda kıyıda kalan bir şiir değil, oluşun tam kalbinde, varlıkların tam ortasında olan bir şiir…”
Commencements bu ütopyayı sahneler. Şiiri yalnızca dünyaya dair bir söylemin mekânı değil, iştahlı, yırtıcı ve kapitalist dile karşı bir alternatif olarak görür. Şair, sözcüklerin derisinin altına gerilmiş bir iplikle bu yeni dünyayı dokur.
Geç çizgiyi gel ki
Kırıntılarımızdan dil çelip
Zamanı ve ufukları kurtaracak
Sözü icat edelim adım adım.
Şiirin görevi, tümüyle dili kurma, sözcükleri başka türlü gösterme ve duyurma, uzak gibi görünen gerçekler için bir sığınak inşa etme çabasıdır.
Commencements’da dolaşmak dev ağaçlardan oluşan bir ormanda gezinmek gibidir. Her adımda beklenmedik şeylerle karşılaşılır. Onun şiir ormanı, anlamı yeniden icat etmeye zorlar. Bizi bildiklerimizden uzaklaşmaya iter. Rastgele yönleri takip etmeye, planlanmamış yollara sapmaya, yoldaki taşları ve yok olanları farketmeyi öğütler. Fırtınaların arkasından gelen sükûneti karşılamaya, uçup giden kelimeleri yeniden bulmaya davet eder.
Şiirin çizdiği tablolar arasında, mısra aralıklarına kulak kabartırsak Munch’un çığlığını, Picasso’nun Gernica’sındaki bombalananların son sözlerini veya Dali’nin eriyen zamanını duyabiliriz. Şeyhmus Dağtekin’in şiirini okurken, mısralardan akan suyun bizi sulamasına izin verebiliriz. Oradaki hayallere ve dekorlara kendimizi bırakabiliriz. Ayrıca kelimelerin altında görünmeyeni yakalamak, yazının müziğinde işitilmeyeni duymak isteyebiliriz. Çünkü bu duruşta kelimeler, hayatlarımızın ateşli şiirini yakalayacaktır. Commencements’ı kapatırken, dünyaya sanki ilk kez bakıyormuşuz gibi bakmaya başlayacağız. Salma Kojok, L’Orient Litterraire
“...Şeyhmus Dağtekin, bu ismi bir tarafa kaydedin. Yeni neslin en büyük Fransız şairlerinden biridir. Fransızcayı Conrad gibi sonradan öğrenen. Yetişkinliğinde İngilizce öğrenmiş, tıpkı Conrad gibi benimsediği dilin virtüözü olmuştur.” Fuad Laroui
“...1997’den beri tüm kitaplarını imzaladığı bir dil olan Fransızca, öğrenilmiş olmaktan çok kalbe doğmuş, bir rüyanın ardındaki dil gibi, onun ağzından o kadar doğal ve şaşırtıcı bir şekilde dökülüyor ki, Şeyhmus Dağtekin’in bu kadar kısa bir sürede bu dili bu kadar ustaca kullanması hayret verici…” Pierre Dubrunquez
“...Kültürel bir şok. Çünkü kentsel kültür harikuladeden o kadar uzaklaşmıştır ki, bu ona hem antik hem de egzotik geliyor. Şeyhmus Dağtekin periler dünyasında dolaşıyor. Bizi harikuladeden ayıran mesafeyi bize gösterirken, aynı zamanda bu büyülü dünya ile barışmamızı sağlıyor.” Marc-Olivier Parlatano
Şeyhmus Dağtekin’in Romanı “Varlığın Öteki Yüzü” Bir Safiyet Tarihi Gibi…
Edebiyat hüzünlüdür. Onun neşesi bile hüzünle kaplıdır aslında. Yazar insanlığın ortak hüznünü temsil eder. Onun adına hüznü dillendirir. Bir hüzne yol açan şey -son birkaç bin yıldır- insanın neredeyse doğumundan itibaren korku kaynaklı tembihler içinde büyütülmesi eğitilmesi olabilir mi acaba? Hiçbir zaman yok olmaz.
Şeyhmus Dağtekin, “Varlığın Öteki Yüzü” adlı romanında metaforik olarak bir gece karanlığını ve bu karanlığın içindeki korkuyu, korkunun içindeki kişisel tarih hüznünü adeta destanlaştırarak anlatıyor. Herkesin kendine ait bir varoluşu, herkesin kendine ait bir unutuşu vardır. İnsan ileriye doğru giderken, hayat yolunda ilerlerken arkasında bıraktığı şimdileri hiçbir zaman yok olmaz.
“Herkes kendi unutuşuna doğru gitmeli, eli kulağında yeni bir yolculuğun, yeni bir bilinmeyene doğuşun yol açacağı korkuların ve bekleyiş kaygısının pençesine düşmemek için, herkes kendi perdelerini aramalı, diyordu bize büyüklerimiz.”
Şeyhmus Dağtekin de romandaki kahramanı marifetiyle kendi özel unutuşuna bir çare bulmak amacıyla köyünü ziyaret ederek, çocukluk duygularının anılarına doğru son derece duyarlı bir yolculuğa çıkıyor. Bu yolculuk, geride bıraktığı şimdilerin canlandırdığı, yeniden yaşanan o anların edebi olarak tasviri oluyor.
Küçük bir köyün küçük insanı… Bir çocuk…Artık büyümüş, köyünden dışarı çıkıp Batı’ya yönelip, orada hayatına yeni arayışlar katarken, bir gün doğuya yönelir tekrar köyünü bulut ve çocuksu bir tarihe doğru yol alır.. Kendi kayıtsız tarihîdir bu; ki bu tarih, safiyetin tarihidir aynı zamanda.
Romanın ilk kelimesi olan “küçüktüm” ile romanın son cümlesinde yer alan “geceyi kaynağında bulmak, onu görmek için” sözü arasında uzanan (yer yer gidip gelen) bir tarih, büyürken yaşanmış olanla, büyüdükten sonra yaşananlar arasına girmiş, kaynağının ince damarlarını aramaya girişmiş bir çocuk tarihi duygusu…
Yazar, bu safiyane tarih duygusunu çok özel bir coğrafyadan -Doğu’nun kadim derinliklerinden- yola çıkarak, bir yandan da aynı bölgenin insanının (bu derinliklerin değerleriyle donanmış bu insanın) nasıl bir vahşet doğurabildiğine de değinerek, kendi çocukluğuyla karşılaşıyor. Varlığın Öteki Yüzü’nde. Şeyhmus Dağtekin, romanında unutuşla öze dönüşü karşı karşıya getirirken, modernite çerçeveli ve tasarımlı bir hayatı da inceden sorguluyor bence :
“Unutuşa teslim olan insan, bulunduğu her durakta kendisini ebedi zanneder, oysaki durak sadece bir geçiş yeridir, derdi bize büyüklerimiz.”
“...Şeyhmus Dağtekin, hayatın korkularından, karanlıklardan ve hüzünlerinden damıtılmış bir edebi kaleme sahip. Duygularına yer yer epik bir üslup da katıyor. Metni zevkle okunuyor. Sıcak, okuru sarmalayan poetik bir edebi sunum sergiliyor. Geleneksellikle çağdaşlığın mükemmel bir karışımı. Ama en önlemlisi, metinlerde çocuksu bir duyarlılığa sahip oluşu bence. Pakize Barışta
Kaynakça: Salma Kojok, L’Orient Litteraire / Commencements: Şeyhmus Dağtekin, Éditions Le Castor Astral, 2025, 166 s./ A. Esra Yalazan, Varlığın Bütün Yüzleri ve Şeyhmus Dağtekin, Antoloji.Com / Pakize Barışta, Taraf, / Mehmet Cömert, Şeyhmus Dağtekin Şiiri